Eshâb-ı kiramın büyüklerinden, vilâyet yolunun reîsidir. Her tarîkatde herkese Vilâyetin feyzleri ve ma’rifetleri hazret-i Alîden gelmekdedir. Resûlullahın dâmâdı ve dördüncü halîfesidir. Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib’in dördüncü oğludur. Cennetle müjdelenen on sahâbîden dördüncüsü ve Ehl-i beytin birincisidir. Künyesi Eb’ül-Hüseyin’dir. Bir künyesi de Peygamberimizin iltifât buyurarak söylediği “Ebû Türâb”dır. Hiç puta tapmadan müslüman olduğu için “Kerremallahü vecheh”, kahramanlığı ve çok cesur olmasından ve dönüp dönüp düşmana saldırmasından dolayı “Kerrâr” ve “Esedullah-il gâlib” lakabları verilmiştir. Ayrıca takdîr-i ilâhiyyeye gösterdiği tam rızadan dolayı da “Mürteza” denilmiştir. Bütün gazâlarda kahramânlıklar gösterdi. Yalnız Uhudda onaltı yerinden yaralandı. Hazret-i Ali, Hicret’ten yirmiüç sene önce (m. 599) senesinde Mekke’de doğdu. 40 (m. 660)’da şehîd edildi. Annesi, Abdülmuttalib’in vefâtından sonra ana ve babadan yetim kalan Peygamber efendimizi şefkat ve muhabbetle yanında tutup, öz evlâdı gibi bakmakla şereflenen Fâtıma binti Esed bin Hâşim’dir. Üçü Fâtımadan olmak üzere onsekiz oğlu ve on sekiz kızı vardı.
Hazret-i Ali, buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı idi. Sakalı sık idi. Sakalını muharebe zamanlarında sünnet olandan fazla uzatır ve omuzlarına kadar yayılırdı. Son zamanlarında saçı ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. Hem ilim, hem de amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı.. Güzel ahlâkın canlı bir timsali idi.
Allahü teâlânın arslanı idi. Çeşidli hadîs-i şerîflerde medh edildi. Hazret-i Ali, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Evliyânın reîsidir. Kerâmetler hazînesidir. On yaşında iken, bi’setin ikinci günü îmâna geldi. Âyet-i kerîme ile medh ve senâ buyurulmuşdur. Üç halîfeye de bî’at etmiş, seve seve tasdîk etmişdir. Her üçüne de çok yardım etmişdir.
Tirmüzî ve Hâkimin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, dört kişiyi sevdiğini bana bildirdi. Bu dördünü sevmeği bana emretdi. Bunlar, Alî, Ebû Zer, Mikdâd ve Selmân’dır) buyuruldu.
Hazret-i Alî, Resûlullah’ın kanından olmak, Onun elinde büyüyüp, terbiyesi ile yetişmek, cesâret, zühd, vera’ ve zekâ ve fesâhatda cümleden ileri idi.
Hazret-i Ali’nin babası Ebû Tâlib’in, geliri az, ailesi kalabalıktı. O sıralarda Mekke’de bir kıtlık hüküm sürdüğünden Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), amcası Abbas’a (radıyallahü anh): “Ey amca, kardeşinin çoluk çocuğu çok olmakla masrafı da çoktur. Buna mukabil geliri azdır. Ona yardımcı olmak lâzımdır. Aile geçimindeki yükünü hafifletelim. Her birimiz bir oğlunu alalım”, teklifinde bulundu. Bu teklifin, amcası Ebû Tâlib tarafından kabûlü ile Hazret-i Ali beş yaşından itibâren Resûlullah ile yaşamış, Resûl-i Ekrem’in tâlim ve terbiyesinde yetişmiş, O yüce irfan hazinesinin feyzinden kana kana içmiştir.
Çocuklar arasında ilk defa Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini tasdîk edenlerdendir. On yaşında iken bi’setin (Resûlullah efendimize peygamber olduğu bildirilmesinin) ikinci günü îmâna geldi.
Müslüman olması şöyle olmuştur: Daha on yaşında iken, bir gün Resûlullah (aleyhisselâm) ile Hazret-i Hadîce’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra, “Bu nedir?” diye sordu Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm): “Bu Allahü teâlânın dinidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lât ile Uzzâ isimli putları terk etmeni emrederim.”diye cevap verdi. Ali (radıyallahü anh): “Önce bir babama danışayım.” dedi. Resûlullah ona “İslama gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!” buyurdu. Hazret-i Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzûruna gelerek “Yâ Resûlallah, bana İslâmı arz eyle” diyerek müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsüdür.
Hazret-i Ali, çok fedakâr idi. Onun Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm) uğrunda gösterdiği fedâkârlık ve O’nu kendine tercih etmesi, her türlü takdîrlerin üstündedir. Güzel ahlâkın canlı timsali idi. “Allah’ın arslanı!” diye tanınmıştı. Şecaati, metaneti, cesâreti eşsizdi, hiç bir vakit haddi aşmazdı.
Hazret-i Ali İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç seneyi Peygamber efendimizle birlikte geçirdi. Hayatının sonuna kadar Hazret-i Resûl’ün yanından hiçbir sûretle ayrılmamış, dâima meclislerinde bulunmuş, Onu can kulağıyla dinlemiştir. Küçük yaşta müslüman olmuş ve Nebîyy-i zi-Şân’ın yüksek nazarlarına, muhabbetlerine mazhar olduğundan dolayı kendisinde harikulade meziyyetler tecelli edip durmuş, Resûl-i Ekrem’in ilmen, ahlâken vârisi olmuştur.
Peygamber efendimiz bi’setin dördüncü senesinde, yakın akrabalarını, hak dîne davet İçin safa tepesinde topladığında, peygamber olduğunu bildirdi. Fakat alay edip, hakarette bulundular. Ondan sonra ikinci bir toplantının tertibini hazret-i Ali’ye bıraktı. Hazret-i Ali bir ziyafet hazırlayıp, Hâşimoğullarını davet etti. Davetliler kırkdan fazla idi. Yemekten sonra Peygamber efendimiz onları tekrar güler yüz ve tatlı dille îmâna davet edip, peygamber olduğunu bildirdi ve; “İçinizde hanginiz benim kardeşim olmak üzere bî’at edecek” buyurdu. Gelenlerden hiç ses çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanların en genci hazret-i Ali ayağa kalktı. Fakat Resûlullah efendimiz onu oturttu. Tekrar kalktı yine oturttu. Üçüncüden sonra hazret-i Ali’ye mübârek elini uzattılar. Davetliler, şaşkınlık içinde dağıldılar.
Peygamber efendimiz Mekke’de, on üç sene çeşitli eziyet ve sıkıntılara katlanarak îmânı bildirmekle meşgul oldu. İlk müslümanlar, müşriklerin binbir türlü eziyetlerine uğradılar. Peygamber efendimiz onları bu işkenceden kurtarmak için, Habeşistan’a ve Medîne’ye hicret etmelerine izin verdi. Müslümanlar kafile hâlinde gizlice Mekke’den ayrıldılar. Daha sonra müşrikler, Dâr-ün-nedve’de toplanarak, Resûlullah efendimizi öldürme kararı aldılar. Onlar bu hazırlık içindeyken, Allahü teâlâ Resûlüne hicret emri verdi.
Peygamber efendimiz, Hak teâlâ’dan hicret emrini aldığı zaman, Hazret-i Ali’nin de Resûl-i Ekrem’in yatağında yatacağı, Allahü teâlâ tarafından emredilmişti. Resûlullah efendimiz Ali’yi (radıyallahü anh) çağırarak, kendi yatağında yatmasını ve bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyledi. Hazret-i Ali, bu emri tam bir teslîmiyetle kabul etti.
Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah efendimizin) saâdethânelerinin etrâfını sardılar. Şeytan da aralarında idi. Hak teâlâ, şeytân dahil bütün kâfirlere bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken Resûl-i Ekrem, aralarından geçerek hazret-i Ebû Bekr’in evine geldi ve oradan da Medîne’ye hicret ettiler.
Hak teâlâ, Mikâil ve İsrâfil (aleyhisselâm)’a “Kafirler belki bir anda, Ali’ye bir hatada bulunurlar. Sizler behemehal Ali’nin yanına yetişin?” buyurdu. Bu iki büyük melek, Hazret-i Ali’nin yanına geldiler. Mikâil (aleyhisselâm) hazreti Ali’nin başucunda, İsrâfil (aleyhisselâm)’da ayak ucunda oturup duâ ederlerdi. Bir zaman sonra (mel’ûn) Şeytan uyandı. Yüksek sesle: “Vay! Muhammed kaçtı.” dedi. Şeytan, kâfirlere insan sûretinde görünürdü. Kâfirler mel’ûna: “Ne biliyorsun?” dediler. Mel’ûn Şeytan: “Binlerce senedir uyku gözüme girmemişken, bu gece Muhammed’in yaptığı sihirle uyuyakalmışım” dedi.
Bunun üzerine bütün kâfirler Resûl-i Ekrem’in evine hücum ettiler. Hazret-i Ali’yi, Resûlullah’ın (aleyhisselâm) yatağında gördüler. Resûl-i Ekrem’in nerede olduğunu sordular. Hazret-i Ali “Bilmem” dedi. Kâfirler aramak için dışarıya çıktılar. Ertesi gün o kadar kâfirin arasında, Resûlullah’ın (aleyhisselâm) Kâ’be-i şerîfte devamlı oturdukları makama Hazret-i Ali oturdu. “Resûl-i Ekrem’de kimin hakkı var ise, gelsin benden alsın!” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip nişanını söyleyerek emânetini aldı. Bütün emânetlerini sahiplerine teslim etti.
Allah’ın arslanı Hazret-i Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i Münevvere’ye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu. Hepsi başlarını eğip hiçbir şey söylemediler. Hazret-i Ali oradan ayrılınca Ebû Cehil kalktı: “Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed, evi burada olduğu müddetçe bize düşmanlık etmez, buna mâni olmalıyız”, dedi. Kâfirlerin her biri şöyle yaparız, böyle yaparız, dediler. Sonra Hazret-i Abbas’a yalvardılar. “Kardeşinin oğluna söyle Muhammed’in evini kaldırmasın, yoksa aramız açılır”, dediler. Hazret-i Abbas bu sözleri Hazret-i Ali’ye söyledi. Hazret-i Ali; “Amcacığım, yarın inşâallah Resûl-i Ekrem’in hususi eşyalarını götüreceğim. Kararım kat’îdir. Yoluma çıkan olursa cenk ederim.” buyurdu. Hazret-i Abbas, Hazret-i Ali’nin sözlerini Kureyş kâfirlerine söyleyince canları sıkıldı. Hazret-i Ali’yi şehirden dışarı çıkarmayacaklarına karar aldılar. Sabah olunca Hazret-i Ali, Resûl-i Ekrem’in saâdethânesindeki hususi eşyalarını toplayıp yola koyuldu.[1]
Kureyş’den dört beş kişi atlı olarak Hazret-i Ali’nin yolunu kestiler. “Geri dön, yoksa, seninle cenk ederiz.” dediler. Hazret-i Ali eşyaları yere koyup bunların üzerine yürüdü. Hak teâlânın izniyle onlara galip geldi. Tekrar hâne-i se’âdetin mübârek eşyalarını alıp yola koyuldu. Yolda, o zaman henüz îmân etmemiş olan Mikdâd bin Esved, Hazret-i Ali’nin karşısına çıktı. Hazret-i Ali hiçbir söz söyletmeden bir vuruşta yere yıktı. Göğsüne çıkıp imâna davet buyurdu. Derhâl cân-ı gönülden kabûl edip Müslüman oldu. Mikdâd bin Esved’in (radıyallahü anh) bir oğlu, Hazret-i Hüseyin uğrunda, Kerbelâ’da canını feda edip şehîd olmuştur. Mikdâd hazretleri, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve bahadırlarındandır. Hazret-i Ali, Resûlullah’a (aleyhisselâm) şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kûba’da yetişmişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir halde idi. Resûl-i Ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrîf etmiş, Hazret-i Ali’yi görünce hâline acımış, sevgili, fedakâr amca-zâdesini kucaklamış, mübârek iki eliyle, o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış olan narin, nazik ayakları okşamış, kendisine afiyeti için duâ buyurmuştu. Hatta Hazret-i Ali’nin bu fedâkârlığı üzerine: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızâsı için nefsini feda eder” (Bekara sûresi: 207) meâlindeki âyet-i celîlesinin nâzil olduğu rivâyet edilir.
Hazret-i Ali, Medîne-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin inşaatında çok çalışmış, bizzat sırtında taş ve toprak taşımıştır. Başta Bedir, Uhud ve Hendek harbleri olmak üzere, Tebük gâzâsı hâriç, Resûlullah’ın bütün gazvelerinde bulunarak, arslan gibi döğüşmüş ve çok yara almış, fevkalâde gayret ve kahramanlıklar göstermiştir.
Peygamber efendimiz Bedr gâzâsına hareket ederken, siyah renkli olan iki sancağından birini hazret-i Ali’ye verdi. Bedr havalisine yaklaşıldığında, Resûlullah onu, düşmanın ahvâlini ve harekâtını keşf için gönderdi. Hazret-i Ali’nin vaktinde hareket etmesi neticesinde, Eshâb-ı kirâm harp meydanının mühim yerlerini ele geçirdiler.
Hazret-i Ali Bedir savaşında birçok azılı müşriki öldürmüştür. Daha savaşın başlarında mübârezede Velîd bin Ukbe’yi bir kılıç darbesiyle öldürdü. Akşama doğru, iki taraf da birbirine karışmıştı. Kum tepesinin üzerinde zırhlara bürünmüş müşriklerden birisi, Sa’d bin Hayseme’yi şehîd etmişti. Hazret-i Ali, O’na yaklaştı. Müşrik atından indi ve Hazret-i Ali ile vuruşmaya başladı. Hazret-i Ali, müşrikin darbesini kalkanı ile karşıladı ve müşrikin kılıcı kalkana saplanıp kaldı. Hamle sırası Hazret-i Ali’ye gelmişti. Hazret-i Ali kılıcı ile müşrikin göğsüne doğru çaldı. Zırhını enlemesine biçince müşrik titredi ve sarsıldı. Hazret-i Ali o esnada arkasında bir kılıcın parladığını ve şakıdığını görünce başını eğdi. Kılıcı parlatan “Al buda ben Abdülmuttalib’in oğlundan!” derken müşrikin kellesi, miğferiyle birlikte yere yuvarlandı. Hazret-i Ali dönüp arkasına baktığında, hazret-i Hamza’yı bütün heybet ve ihtişamıyla ayakta duruyordu.
Yine bu savaşta Nevfel bin Huveylid ile karşılaştı. Nevfel hakkında Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Yâ Rabbi! Nevfel bin Huveylide karşı bana yardımcı ol! O’nun hakkından gel!” diye duâ etmişti. Hazret-i Ali, onun bu savaşta kılıcıyla önce bacaklarını sonra kafasını kopardı. Sonra Peygamber efendimize (aleyhisselâm) Nevfeli öldürdüğünü haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Allahü ekber” diye tekbir getirdi ve “Allahü teâlâ O’nun hakkında duâmı kabûl etti” buyurdu. Hazret-i Ali, Bedir’de ayrıca Âs bin Sa’îd’i de katlederek, müslümanlara büyük hizmet etti. İbn-i esîr’in rivâyetine göre Hazret-i Ali, Bedir savaşında müşriklerin başlarını ağaçlardan meyva düşürür gibi düşürüyordu. Bedir savaşına katıldığında 25 yaşında idi. Bedr ganimetlerinden hazret-i Ali’ye; bir kalkan, bir kılıç, bir de deve isabet etti.
Ali (radıyallahü anh) aynı sene içinde Peygamber efendimizin mübârek kerîmesi Fâtıma (radıyallahü anhâ) ile evlendi. Böylece Resûlullah efendimizin damadı olma şerefine kavuştu. Nikâhlarını Resûlullah efendimiz kıyarak duada bulundular.
Hazret-i Ali, Bedr gâzâsında olduğu gibi Uhud’da da büyük kahramanlıklar gösterdi. Müşriklerin alemdarı olan Ebû Sa’d bin Ebî Talha’yı yıktı. Resûlullah’ın etrafında, O’nu canla başla müdâfaa ederken, hazret-i Fâtıma da onun yaralarını sarmıştı. Zîrâ Uhud’da on altı kılıç darbesi almıştı. Uhud gâzâsından sonra hazret-i Ali, Resûlullah’ın Benî Nâdir yahûdîleri üzerine gönderdiği orduya katıldı ve yahûdîlere yaptıkları hıyanetin hesabını sordu.
Hazret-i Ali, Hendek gazâsında da büyük kahramanlık gösterdi. Kazılan hendeği geçmek isteyen müşriklerin bu hareketlerini önledi. Müşriklerin en azılıları ile savaştı. Muharebenin iyice şiddetlendiği yirmiikinci gün, Amr bin Abdûd adlı müşriklerin en azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse Amr’ın davetini kabûl etmedi. Bir daha meydan okudu. Yine hiçbir müslüman çıkmadı. Yedi kere böyle oldu. Yedincide Resûlullah (aleyhisselâm) efendimiz, Hazret-i Ali’yi çağırdı, huzûruna oturttu: “Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesâretle var. Onun heybetinden, uzun boyundan endişe etme. Ben, Hak teâlâ’dan sana yardım etmesi için, senin elinle Müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum” buyurdu.
Hazret-i Ali atına bindi. Kılıcını kuşandı. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne vardı. “Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahd etmişsin ki, Kureyş’den bir kişi senden iki şey istese birini yaparmışsın.” buyurdu. Amr “Evet öyle söz verdim” dedi. Hazret-i Ali: “Biliyorsun ben Kureyşdenim. Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabûl et”, buyurdu. Birinci isteğim, Allah’ın birliğine ve Resûlünün Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) olduğunu ikrâr ve tasdîk etmendir”, buyurdu. Amr: “Bunu kabûl etmiyorum, başka ne istiyorsun?” dedi. Hazret-i Ali: “İkinci isteğim bu iki kuvveti hallerine bırakıp, Mekke’i Mükerreme’ye gitmendir” buyurdu. Amr “Bunu kabûl ettim, yalnız Ebû Bekr, Ömer ve Osman (radıyallahü anh)ın başlarını keserim,” dedi. Hazret-i Ali: “Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?” buyurdu. Amr: Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyânın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem.” dedi. “Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim” buyurdu. Hazret-i Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hazret-i Ali’ye doğru yürüdü. Hazret-i Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler. Hazret-i Ali bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hazret-i Ali’ye fırlattı. Hazret-i Ali hemen geri dönüp Amr’ın başını kesti. Resûlullah (aleyhisselâm) tekbir getirip: “Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetinden hayırlıdır.” buyurdu. O anda, İslâm ordusunun tekbîr sesleri yeri göğü inletiyordu. Hazret-i Ali, daha sonra da hendeğe inen Nevfel bin Abdullah’ı yakalayıp öldürdü ve Kureyş ordusunun moralinin bozulmasına sebeb oldu.
Hazret-i Ali, Benî Kureyzâ yahûdîleri üzerine olan seferde, Resûlullah efendimizin sancağını taşıyıp, Benî Kureyzâ kalesine dikti ve ikindi namazını orada eda etti.
Hicretin altıncı senesinde Hayber yahûdîlerine yardıma hazırlanan Benî Sa’d kabîlesinin üzerine giderek, onları dağıtıp hezîmete uğrattı.
Hazret-i Ali, Hudeybiye musâlahasında, sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı.
Hazret-i Ali, Hayber gâzâsında bulunup büyük kahramanlıklar gösterdi. Peygamber efendimiz bu gâzâda; “Yarın sancağı, Allah ve Resûlünü çok seven birine vereceğim. Allahü teâlâ fethi onunla nasîb edecektir” buyurdu ve ertesi gün sancağı Ali bin Ebî Tâlib’e verdi.
Hazret-i Ali, Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hazret-i Ali’nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah (aleyhisselâm) O’nu çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hazret-i Ali’nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı. Bu savaşta, yahudilerin meşhûr pehlivanı Merhab: “Hayber halkı iyi bilir ki: Ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesâret ve kahramanlığı denenmiş Merhab’ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir” diyerek müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hazret-i Ali, “Ben O’yum ki: Anam bana Haydar (Arslan) adını takmıştır! Ben, ormanların, heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir” diye şiir söyleyerek Merhab’ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab’a o gece gördüğü rüyayı hatırlattı. Rüyasında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hazret-i Ali, Merhab’la karşı karşıya geldiğinde, Merhab’ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab’ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab’ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme “Merhab’ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim” demiştir. Hazret-i Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.
Hazret-i Ali şecaat ve kahramanlıkta üstüne yoktu. Fakat düşmanlarıyla çarpışmadan önce İslâm’a davet ederdi. Kabul etmezlerse savaşır ve savaşırken de onlara acır ve haddi tecâvüz etmezdi. Onlarla döğüşürken onlara acır ve haddi tecavüz etmezdi. Çok cesurdu, her yaptığı işi, insanlığın iyiliğini düşünerek yapardı. Savaşlarda düşmanlarının ölümüne bile acırdı. Çok şefkatli ve merhametliydi. Bir harpte düşmanını altına almış, kılıcı ile boğazlamak üzereydi. O anda düşmanı, var gücü ile Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü. Bunun üzerine öldürmekten vazgeçti. Altındaki düşman, niçin öldürmediğini sorunca, “Biraz önce seni, Allah için öldürecektim. Yüzüme tükürünce, kendi nefsim için öldüreceğimden korktum. Nefsimin isteğine uymamak için vazgeçtim.” dedi. Hasmı bu hareketine hayran kaldı. Bu dinin emirlerindeki büyüklüğü anlayan müşrik hemen müslüman oldu.
Hazret-i Ali, Huneyn gâzâsında da büyük kahramanlıklar göstererek, dağılmaya yüz tutan ordunun yeniden toparlanmasına sebeb oldu.
Birçok harplerde Resûlullah (aleyhisselâm) efendimiz, sancağı Hazret-i Ali’ye vermiştir. Yemen savaşında, ordu başkomutanlığı yapmıştır.
Tebük gâzâsında bulunmayıp, Resûlullah efendimiz tarafından Ehl-i beytin muhafazası için Medine’de bırakıldı. Gâzâdan geri kaldığı için üzüldüğünü gören Resûlullah efendimiz; “Harun, Mûsâ’ya (aleyhimesselâm) nasıl yakın ise, sen de bana öylesin” buyurarak gönlünü hoşnûd edip, iltifatta bulundu.
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr’i hacıların başında Mekke’ye gönderdiklerinde, hemen arkalarından “Berâe” sûresi nazil oldu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, bu âyetleri tebliğ için hazret-i Ali’yi me’mûr etti. Bundan böyle hiç bir müşrikin Kâbe’ye gelemeyeceği îlân edildi.
Daha sonra hazret-i Ali, Resûlullah efendimiz tarafından ordu kumandanı olarak Yemen’e gönderildi. Kısa zamanda oradaki kabilelerin müslüman olmasına, hidâyet nurlarına kavuşmalarına vesile oldu.
Peygamber efendimiz vefât edince, O yıkayıp kefenledi. Bu son mübârek vazîfe, ona nasîb oldu.
Definden sonra, halife seçilen Ebû Bekir’e (radıyallahü anh) bîat edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu ve kadılık (hâkimlik) görevlerinde bulundu. Hazret-i Ömer’in halifeliğine de bîat edip, halifenin danışmanı ve hâkimliğini yaptı. Hatta Hazret-i Ömer buyurdu ki: “Şayet Hazret-i Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.” Hazret-i Osman’ın da halifeliğine bîat edip, hilâfet işlerinde onun vezirliğini yaptı.
Hazret-i Osman’ın şehîd olmasından evvel, gerek kendisi ve gerekse oğulları ile birlikte Hazret-i Osman’ı korumak için gerekli tedbirleri almıştır. Hazret-i Osman’ın şehâdetini duyunca da oğullarının yüzüne karşı: “Siz yaşarken onun şehîd düşmesine nasıl imkân bıraktınız?” diye büyük bir teessürle hitap etmiştir.
Hazret-i Ali, mâni olmaya çalıştığı halde bir türlü önüne geçemediği elim şehâdet vak’ası üzerine Hicrî 35 yılının zilhicce ayında, Medîne-i Münevvere’de, halife seçildi. Halife olmasında hiç bir itiraz olmadığından icmâ-ı ümmet ile hilâfet makamına geldi. Hazret-i Osman zamanında fitne, yahudîler tarafından başlatılmış ve halîfenin şehîd edilmesine kadar varmıştı. Hazret-i Ali’nin hilâfeti zamanında da devam etti. Hazret-i Osman’ı şehîd edenlerin cezalandırılması husûsunda Eshâb-ı kiram arasında üç ayrı ictihâd oldu. Sahâbîlerden bir kısmı, tarafsız kalmayı. Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Âişe ve Şam’da bulunan Hazret-i Muâviye, suçluların hemen cezalandırılmasını; Hazret-i Ali ise, bu husûsta acele edilmemesini, adâletin tatbikinde dikkatli ve tedbirli hareket edilmesini ve başka bir fitneye sebep olmaması için, suçluların, ortalığın durulmasından sonra cezalandırılmasını ictihâd etmişlerdi.
Hazret-i Ali suçluları hemen cezalandırmayınca, Talha ve Zübeyr (radıyallahü anh) ile Âişe (radıyallahü anhâ) Basra’ya gittiler. Hatife, onlarla anlaşmak üzere, Basra’ya yola çıktı. Medîne’den ayrılırken, Abdullah İbni Sebe’ye, Medîne’de kalmasını emretti. İslâm birliğini bozmaya çalışan ve Hazret-i Osman’ın şehîd olmasına sebep olan bütün bu fitnelerin başı olan İbni Sebe, halifenin emrini dinlemedi. Kendi komiteci arkadaşlarıyla gizli toplantı yapıp, halîfeye gözükmeden Basra’ya gitmeye, geceleyin gizlice iki taraftan birine saldırarak, iki tarafı muharebeye tutuşturmaya karar verdiler. Hazret-i Ali, Basra’ya yakın bir yerde ordugâh kurdular. Âişe-i Sıddîka, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ve içtihadı bunlara uyanlar ile Aliyy-ül-mürtezâ’nın (radıyallahü anh) ordusu, 36 yılında Basra’da karşı karşıya geldiler. İki taraf da birbirlerine elçi gönderip, Aişe (radıyallahü anha)’nın ictihâdında olan Basralılarla anlaştılar. Her iki taraf, anlaşma oldu diye rahatça uykuya varınca, Abdullah bin Sebe yahudisi ve taraftarları, gece her iki tarafa da baskın yaptılar. Karşı tarafın baskınına uğradığını zanneden taraflar, muharebeye tutuştular. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Ortalık kızıştı ve savaş başladı. Üç gün süren savaş sonunda, iki taraftan onbin kişi şehîd düştü. “Cemel (Deve) vak’ası” olarak bilinen bu hâdisede Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) esîr alınınca, Hazret-i Ali hürmet ve ikram edip, kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebî Bekir ile Medîne’ye gönderdi. Hazret-i Ali bu vak’adan sonra, Basra’ya bir vâli tayin ederek oradan ayrıldı. Bir daha Medîne’ye dönmeyip, Kûfe’ye gitti. İslâm devletinin merkezini de, Kûfe olarak tesbit etti.
Cemel vak’asından bir sene sonra Sıffîn denilen yerde Hazret-i Muâviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmibeşbin, karşı taraftan kırkbeşbin kişi şehîd oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifini kabûl edince, ordusundan yedibin kişi ayrıldı. Bunlara “Hârici” denildi. Hâlid bin Zeydi, bunlara nasîhat için gönderdi ise de, fâidesi olmadı. Niyyeti bozuk olan fitneciler (Harûrâ) denilen yerde toplandı. Bunların üzerine yürüyüp, perişan etti. Bu Hâricîleri öldürdü.
(Hâricîler, kendisine çok iftirâ ediyorlar. Şâmdaki islâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûk, 1387 [m. 1967] baskılı (En-nakd-ül-muhkem) kitâbında diyor ki, (İmâmı Hayder Alîye “kerremallahü vecheh” dil uzatanlardan biri de İbni Teymiyye Harrânîdir. Minhâc-üs-sünne kitâbında Eshâb düşmanlarına karşı hâricî kitâblarından vesîkalar nakl ederken, hazret-i Alîye ve Ehl-i beyte çirkin iftirâlar yapmakdadır.]
Hicretin kırkıncı yılının Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü40 (m. 660) senesinde sabah namazını kıldırırken, Abdürrahmân ibni Mülcem adlı bir harici tarafından başına zehirli bir kılıçla vurularak yaralandı. İki gün sonra altmışüç yaşında iken, şehîd oldu. Vefâtında, son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” oldu. Techîz ve tekfîni, oğlu Hazret-i Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e defn defnedildi.
Amr İbni zi-Mürr el-Hemadânî şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Ali, Kûfe’de kılıç darbesini aldıktan sonra huzûruna girdim. Başını birşey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey mü’minlerin emiri! Yarayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım. Birşey yok, hafif bir yaradan ibâret, dedim. Hazret-i Ali: “Evet sizden ayrılmaktayım” dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hazret-i Ali: “Kızım sükut et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın” dedi. “Yâ Emîr-el-Mü’mimîn, ne görüyorsun?” diye sordum. Buyurdu ki: “İşte bunlar melelekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır, diye buyuruyor.”
Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadelede bulunduğundan, beş sene süren hilafet zamanlarında sükun ve huzûr bulamamış, hükümet idâresinde Hazret-i Ömer’in yolunu tutmuştur. Memurları murâkabe eder, her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat gösterirdi. Yoksulları Beyt-ül-mâldan geçindirirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücuda getirdi. Beyt-ül-mâlı muhafaza yolunda gerekli teşkilâtı kurdu. Hazret-i Ali’nin İslâmiyetin yayılmasındaki hizmeti büyüktür.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) arasındaki muharebeler, meselâ Cemel (Deve) ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, nefsin arzularına göre inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünkü, onların hepsi büyük idi. Kalpleri Peygamber efendimizin sohbetinde ve mübârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamıştı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muharebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi içtihadına göre hareket etmiştir. İctihâdlarına uymayanlara inâd ve düşmanlık etmeyerek, onlardan ayrılmıştır. İçtihadı doğru olanlara iki veya on sevâb, isabet etmeyenlere de bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünkü, bunlar da sevâb kazanmıştır. Bu muharebelerde Ali (radıyallahü anh); “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünkü, İctihâdlarına göre hareket ediyorlar” buyurmuştur.
Peygamberimiz aleyhisselâm da; “Eshâbıma dil uzatmaktan sakınınız” buyurdu. Görülüyor ki, Resûlullah efendimizin Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerin hiç birini fena bilmemeli, kötü sanmamalıdır. Onların birbirleri ile olan muharebelerini başkalarının sulhlarından daha iyi bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünkü, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi sevmek; onlara düşmanlık, O’na düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Eshâb-ı kirâma hürmet etmeyen bir kimse Muhammed aleyhisselâma îmân etmiş olmaz.”
Buhâriyyi şerîfin sâhibi Muhammed bin İsmâ’îl Buhârî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, Alî “radıyallahü anh”, “Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, bu ümmetin en iyisi Ebû Bekir’dir” dedi. Ondan sonra da Ömer’dir ve dahâ sonra başkasıdır. Oğlu Muhammed ibni Hanefiyye, o da sensin! dedikde, “Ben müslimânlardan birisiyim” buyurmuşdur.
Eshâb-ı kiram birbirlerini çok severlerdi.
Bir gün Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) Resûlullah’ın (aleyhisselâm) evine geldi. İçeri gireceği sırada, Ali bin Ebî Talib (radıyallahü anh) da geldi. Hazret-i Ebû Bekir: (Geri çekilip) Yâ Ali! Sen buyur, gir dedi.
O da cevap verip, aralarında, aşağıdaki uzun konuşma oldu:
Hazret-i Ali: “Yâ Ebâ Bekir! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen sensin.”
Hazret-i Ebû Bekir: “Sen, önce gir yâ Ali! Resûlullah’a daha yakın sensin.”
Hazret-i Ali: “Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resûlullah’tan işittim. “Ümmetimden Ebû Bekir’den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Ben, senin önüne nasıl geçebilirim ki, Resûlullah (aleyhisselâm) kızı Fâtımat-üz-Zehrâ’yı sana verdiği gün “Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim”buyurdu.
Hazret-i Ali: “Ben senin önüne geçemem. Çünkü, Resûlullah (aleyhisselâm) “İbrâhîm aleyhisselâmı görmek isteyen Ebû Bekir’in yüzüne baksın” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah (aleyhisselâm) “Âdem aleyhisselâmın hilm sıfatını ve Yûsuf aleyhisselâmın güzel ahlâkını, görmek isteyen Ali Mürtezâ’ya baksın” buyurdu.
Hazret-i Ali: “Senin önünden giremem. Çünkü, Resûlullah (aleyhisselâm) “Yâ Rabbi! Beni en çok seven ve Eshâbımın en iyisi kimdir?” dedi. Cenâb-ı Hak: “Yâ Muhammed (aleyhisselâm) Ebû Bekir Sıddîktır” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Ben, senin önüne geçemem! Resûl (aleyhisselâm) Hayber’de: “Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki, Allahü teâlâ Onu sever. Ben de, Onu çok severim.”buyurdu.
Hazret-i Ali: “Senin önünden geçemem çünkü, Resûl aleyhisselâm “Cennetin kapıları üzerinde “Ebû Bekir Habîbullah” yazılıdır buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm Hayber gazâsında, bayrağı sana verip, “Bu bayrak Melik-i Galibin Ali bin Ebî Tâlib’e hediyesidir.” buyurdu.
Hazret-i Ali: “Senin önüne nasıl geçebilirim. Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Yâ Ebâ Bekir! Sen benim, gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin!” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önüne geçemem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü, Ali Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: Yâ Muhammed aleyhisselâm! Senin baban İbrâhîm Halîl, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali bin Ebî Tâlib ne güzel kardeştir.”
Hazret-i Ali: “Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü, Cennet Meleklerinin reîsi olan Rıdvan adındaki Melek Cennete girer. Cennetin anahtarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrâil (aleyhisselâm) gelip, Yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtarlarını, Ebû Bekir Sıddîk’a ver. Ebû Bekir, istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der.”
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önünden giremem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Ali kıyâmet günü benim yanımdadır. Havz ve kevser yanında, benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette, benimledir. Allahü teâlâyı görürken, benimledir.”
Hazret-i Ali: “Senden önce giremem. Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ebû Bekir’in imânı, bütün mü’minlerin imânları yekûnu iletartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir.” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ilmin şehriyim. Ali bunun kapısıdır.” buyurdu.
Hazret-i Ali: “Senin önünden nasıl yürüyebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben sâdıklığın şehriyim. Ebû Bekir, bunun kapısıdır.” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü, Ali bir güzel ata bindirilir. Görenler acaba, bu hangi Peygamberdir? derler. Allahü teâlâ, bu Ali bin Ebî Tâlib’tir buyurur.”
Hazret-i Ali: “Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ve Ebû Bekir, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir: “Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstünü Muhammed’dir. (aleyhisselâm). Biri, Allah’dan korkanların üstünü Ali’dir. Üçüncüsü, kadınların üstünü, Fâtımat-üz-Zehrâ’dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir.”
Hazret-i Ali: “Senin önünden nasıl girebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Sekiz Cennetten şöyle ses gelir: Ey Ebû Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel. Hepiniz, Cennete girin!”
Hazret-i Ebû Bekir “Senin önünden gidemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Ben bir ağaca benzerim. Fâtıma bunun kökü, Ali, gövdesi, Hasan ve Hüseyin, meyvesidir.”buyurdu.
Hazret-i Ali: “Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Ebû Bekir’in bütün kusurlarını af etsin. Çünkü O, kızı Âişe’yi bana verdi. Hicrette bana yardımcı oldu. Bilâl-i Habeşî’yi, benim için alıp âzâd etti.”
Resûlullah’ın (aleyhisselâm) bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyordu. Hazret-i Ali’nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki: “Ey kardeşlerim Ebû Bekir ve Ali! (radıyallahü anh) artık içeri girin! Cebrâil aleyhisselâm gelip dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir. Kıyâmete kadar birbirinizi övseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız” ikisi bir birine sarılıp, birlikte Resûlullah efendimizin huzûruna girdiler.
Fahr-i kâinat efendimiz; “Allahü teâlâ, ikinize de yüzbinlerle rahmet etsin, ikinizi sevenlere de, yüzbinlerle rahmet etsin ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerle lanet olsun!” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Ben, Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem, Hazret-i Ali de dedi ki: “Yâ Resûlallah! Ben de Ebû Bekir kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım. Ebû Bekir (radıyallahü anh): Ben, senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem, buyurdu: Hazret-i Ali de: Ben senin düşmanlarını sırat üzerinden geçirmem, buyurdu.
Hazret-i Ali, servet sahibi değildi. Buna rağmen çok cömert, çok kerîmdi. Son derece mütevâzi, alçak gönüllü idi. Hakkında birkaç âyet-i kerîme nâzil olmuş; kerem, cömertlik, adâlet, merhamet ve diğer yüksek fazîletleri öğülmüştür. Pek çok hadîs-i şeriflerde medh edilmiştir.
Peygamber efendimiz, Aliyyü’l-Murtazâ’yı (radıyallahü anh) pek çok severdi. Sevgili kerîmesi (kızı) Hazret-i Fâtıma’yı, O’nunla evlendirmişti. Bu, Hazret-i Ali hakkındaki iltifât-ı Nebevînin en yüksek bir nişanesiydi. Bir gün Eshâb-ı kiramdan bir zümre gazâ için yola çıkmışlardı. Hazret-i Ali de bunların arasında bulunuyordu. Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Rabbi! Ali’yi bana tekrar göstermedikçe beni öldürme!” diye duâ buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de Aliyyü’l-Murtazâ’ya hitaben: “Seni ancak mü’min olan sever, sana ancak münâfık olan buğz eder.” buyurmuştur.
Resûlullah (aleyhisselâm) veda haccından dönerken “Gadîr-Hum” denilen yerde namaz kıldıktan sonra Eshâb-ı kirama (radıyallahü anh) dönerek: “Ben mü’minlere nefslerinden daha sevgili, yakın değil miyim?” buyurdular. Eshâb-ı kiram tasdîk ederek “Evet yâ Resûlallah! Öylesin”, dediler. Sonra Hazret-i Ali’nin elinden tutup: “Ben kimin efendisi isem, Ali de, onun efendisidir.” buyurdular. Mübârek sözlerine devamla: “Yâ Rabbi! O’na düşmanlık edene düşmanlık et. Onu seveni sev. Onu aşağı tutanı zelîl et. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olursa olsun hakkı, doğruyu ona bildir!” buyurdular.
Uhud harbinde Eshâb-ı kiramdan birçok kişi şehîd düşmüştü. Bu şerefe nail olamadığından dolayı me’yûs (üzüntülü) görünen Hazret-i Ali’ye hitaben Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Ali, şehâdet senin arkandadır. Bunlar, kan ile boyandığı zaman nasıl sabır edecektin?” buyurarak mübârek elleriyle onun başını, sakalını okşamıştı. Hazret-i Ali de “Yâ Resûlallah, şu buyurduğun hal benim hakkımda tahakkuk edince o, sabredilecek şeylerden delîl, beşaret ve kerâmet sayılacak şeylerden almış olur.” diye cevap vermiştir.
Hazret-i Ali, Irak’a giderken, Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh) O’nun ziyâretine gelmiş: “Yâ Ali, Irak’a gitme, korkarım ki, orada vücuduna bir kılıç ağzı isâbet eder” demiş, Hazret-i Ali de: “Evet! Allaha yemîn ederim ki, bunu bana Resûlullah haber vermiştir” diye mukâbelede bulunmuştu. Ebü’l-Esved diyor ki: “Ben, o gündeki gibi böyle nefsine bir kötülük geleceğini haber veren bir muhârib görmedim.
Hazret-i Ali vahy kâtiblerindendi. Peygamberin mektûblarını da yazardı. Hudeybiye anlaşmasını da o yazmıştı. Resûlullah (aleyhisselâm) Eshâb-ı kiram arasında iki defa kardeşlik akd edilmesini buyurdukları halde, hiç birinde Hazret-i Ali ile, bir başkası arasında akd buyurmayınca, Hazret-i Ali’nin “Beni unuttunuz mu?” suâline Peygamberimiz “Sen, dünyâda ve ahirette benim kardeşimsin” buyurdu.
Hazret-i Ali, âlîcenâbtı (cömertti), doğru söylerdi. İlmin menbaı, kaynağı sayılırdı. Dindarları, müttekîleri severdi. Fakirlere yardım ederdi. Hazret-i Fâtıma ile evlenmiş ve Peygamber (aleyhisselâm) efendimize damat olmuştur. Hazret-i Fâtıma’dan, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm (radıyallahü anh) isimlerinde üç evlâdı olmuştur.
Resûlullah (aleyhisselâm), Hazret-i Ali ile Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i (radıyallahü anh) mübârek abaları ile örterek: “İşte, benim Ehl-i beytim bunlardır. Yâ Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdukları bildirilmiştir. Bu mübâreklere, (Âl-i Abâ) ve (Âl-i Resûl) de denir. İşte bu Ehl-i beyt, “Âl-i Resûl” namıyla, kıyâmete kadar her mü’min tarafından, her namaz ve duâda yâd olunurlar. Ehl-i beyti nebevîyi sevmek, âhırete îmân ile gitmeğe, son nefesde, selâmete kavuşmağa sebeb olur.
Hazret-i Ali, fevkalâde belîğ, fasîh konuşurdu. Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm)’den sonra Aliyyü’l-Murtazâ derecesinde belîğ hutbe tertip ve irâd eden bir zât görülmemiştir. Arap lisânının ilk kaidelerini koyan zât da Hazret-i Ali’dir. Bir gün Kur’ân-ı kerîm’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun üzerine Arap gramerinin ana hatlarını ortaya koyarak buna mâni olmuştu. Zamanının en kudretli hatîblerinden biri idi. Her nutku bir şaheserdir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu vazîfeyi herkesten fazla muvaffakiyetle ifâ ederdi.
İlk Hutbesi: Hazret-i Ali, kendisine bî’at tamamlandıktan sonra minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve Peygamber efendimize salevât okuduktan sonra, şöyle devâm etti: “Hiç şüphe yok ki, sânı yüce olan Allahü teâlâ insanları kurtuluşa götüren bir kitâb indirdi. Bu kitabında hayrı ve şerri açıkladı, öyleyse hayra sarılın, şerri terkedin. Farzları, Allah için yerine getirin, sizi Cennet’e götürsüh. Allahü teâlâ, ihlâsa ve müslümanların birlik ve beraberliğine önem verdi. Müslüman, hak edilen durumlar dışında, insanların elinden ve dilinden emîn olduğu kimsedir. Müslümanlara eziyet vermek, ancak eziyetin vâcib olması hâlinde helâl olur. Umûmun işini görmek için koşun. Hususiyetle ölmüşlerinize son hizmeti yerine getirin. Zîrâ insanlar önünüzden, kıyamet ise arkanızdan sizi kuşatmıştır. Güçlük çıkarmayınız ki, ayıplarınız gizli tutulsun. Zîrâ insanlar başkalarına bakarlar, Allahü teâlânın kullarına kötü davranmaktan kaçının. Ondan korkun. Üzerinde bulunduğunuz topraklardan ve hayvanlardan sorumlusunuz. Allahü teâlâya itaat edin ve O’na isyanda bulunmayın. Hayır gördüğünüzde alın, şer gördüğünüzde terkedin. Bir zamanlar yeryüzünde az ve güçsüz olduğunuzu hatırlayın.”
Kur’ân-ı kerîm lisânına herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîm’in belâgatine, i’câzına, hakîkatlerine herkesten daha ziyâde vâkıftı. Resûl-i Ekrem’den yayılan feyizlerin nûrlarına en evvel kavuşmuş olan Hazret-i Ali’nin nezîh rûhu idi. Onun en büyük bir müfessir olduğunda kimse şüphe etmezdi. Hâsılı Hazret-i Ali’nin Kur’ân-ı kerîme büyük bir vukûfiyeti vardı. Hattâ bir gün hutbe irâd ederken cemâate hitaben: “Sorunuz! Bana ne sorar iseniz, size cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz. Vallahi bir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi kırda mı, dağda mı, nâzil olduğunu bilmiyeyim!..” diye buyurmuştu. Bu sebepten, hakkında birçok rivâyet olup anlaşılması güç mes’elerde, onun rivâyeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in, “Kurban Bayramı” olduğuna dâir olan rivâyeti, bunlardan biridir.
Hazret-i Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu husûsta herkesin müracaat kapısı idi. Bizzat Resûlullah efendimizden duyarak yazdığı bir hadîs sahifesi vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib adıyla 1986’da yayınlanmıştır. Kendisinden 586 hadîs-i şerîf bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i Buhârî’de, hem de Sahîh-i Müslimde vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de, 15 hadîs-i şerîf Müslim’de tamamı da Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında vardır.
Hazret-i Ali, Eshâb-ı kiramın en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Halledilemeyen konular ona havale edilirdi. Hatta Hazret-i Ömer buyurur ki:” Şayet Hazret-i Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.” Fıkha dair bildirdiği hükümler, Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib adıyla yayınlanmıştır.
Peygamber efendimiz onu Yemen’e kadı olarak gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, Kâdılık ahkâmını bilmem” dedi. Mübârek elini göğsüne koyup: “Yâ Rabbi! Kalbine hidâyet, diline doğruluk ver.” diye duâ buyurdu. Hazret-i Ali buyuruyor ki, bundan sonra ben asla iki kimse arasında hüküm vermekten şüpheye düşmedim. Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm) “Yâ Ali! Benim deveme binip Yemen’e git. Falan dağdaki tepeye geldiğin zaman üzerine çık. Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye söyle)” buyurdu. Hazret-i Ali oraya gidip selâmı tebliğ edince, yeryüzünde bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i Ekrem’in selâmına: “Salât ve selâm, Allah’ın Resûlünün üzerine olsun” diye cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hali görünce, hepsi birden îmân ettiler.
Çok hadîs-i şerîf ile övüldü. Hazret-i Ali hakkında söylenmiş hadîs-i şeriflerden ba’zıları:
“Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevmemi emretti. Ben de onları seviyorum.” Bunlar kimlerdir? denildikte, “Ali onlardandır. Ali onlardandır. Ali onlardandır ve Ebû Zer, Mikdat ve Selmân’dır.”
“Ali, dünyâda da, âhirette de benim kardeşimdir.”
“Ali, Cennette sabah yıldızı gibi parlar.”
“Ben ilmin şehriyim, o şehrin kapısı Ali’dir.”
“Ali bendendir, ben de ondanım, Onu bütün mü’minler sever.”
“Ali’ye bakmak ibâdettir. Ali’yi inciten beni incitmiş gibidir.”
“Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim.”
“Kızım Fâtıma’yı Ali’ye vermeyi, Rabbim bana emr eyledi. Allahü teâlâ her peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi de Ali’den yaratmıştır.
“Ali, kıyâmet günü benim yanımdadır. Havuz ve kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir.”
“Münâfıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anh)”
“Îmânın alâmetleri vardır: Birinci alâmeti Ali’yi sevmektir. Ali iyilerin rehberidir. Ona yardım edene, yardım edilir. Ona sıkıntı vermeye uğraşanın kendisi perişan olur. Cennet üç kimseye âşıktır. Ali’ye, Selmân’a ve Ammâr’a.”
“Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tabi’ olan selâmet bulur. Olmayan helak olur.”
Hazret-i Ali’nin (radıyallahü anh) Peygamberimizden (aleyhisselâm) rivâyet ettiği bazı hadîs-i şerîfler şunlardır:
“Günah işleyen biri pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse (bağışlanmasını dilerse), Allahü teâlâ o günahı elbette affeder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisa sûresi 109. âyetinde: (Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra, pişman olup, Allahü teâlâ’ya istiğfar ederse, Allahü teâlâ’yı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur) buyurmaktadır.”
“Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabûl etmez.”
Hazret-i Muâviye, Hazret-i Ali Hakkında: “Hazret-i Ali son derece âlîcenâb bir insandı. Sözün doğrusunu söyler, her davayı hakkaniyetle hallederdi. Ali (radıyallahü anh), ilim ve hikmetin feyyaz bir kaynağı idi. Kendisi dünyâ ziynetlerinden ve şatafatlarından nefret eder, gecenin karanlığında mescidin mihrabına gelir, düşünür, ibadet eder ve ağlardı. Dindar ve muttaki olanlara, fukara ve muhtaç olanlara yardımı severdi. Şeytan, dünyâ, hiçbir vakit onu aldatamadı,” demiştir.
Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), Hazret-i Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali altıyüzbin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın mı veyahut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat isterim.” Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: “Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüzbin nasîhata uymuş olursun.”
1. “Herkes nafilelerle meşgûl olurken, sen farzları ifâ et. Yani farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müstehabları ifâ et!
2. Herkes dünyâ ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yani din ile meşgûl ol, dine uygun yaşa, dine uygun kazan, dine uygun harca!
3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!
4. Herkes, dünyâyı imâr ederken, sen dinini imâr et, zînetlendir.
5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!
6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Hazret-i Ali Sıffîn harbine giderken, yolda susayan askeri için, su bulamayınca, birçoklarının kaldıramadığı bir taşı tek başına kaldırdı, altından leziz su çıktı. İçtiler, aldılar götürdüler. Ali (radıyallahü anh) o taşı yine yerine koydu. Bu hâdisenin geçtiği yerin yakınında bir kilise vardı. O kilisenin rahibi bu hali oradan gördü. Hemen aşağı inip, Hazret-i Ali’nin huzûruna geldi. Sen Peygamber misin? diye sordu. “Hayır ben son Peygamber Muhammed bin Abdullah’ın (aleyhisselâm) halîfesiyim” buyurdu. Râhib elini ver ki müslüman olayım dedi. Ali (radıyallahü anh) elini uzattı. Rahib, Allahtan başkasının ibâdete hakkı olmadığına, Muhammed’in (aleyhisselâm) Allahın Resûlü olduğuna ve senin de Resûlün vârisi olduğuna şehâdet ederim dedi. Ali (radıyallahü anh) rahibe: “Sen bu yaşa kadar kendi dinini yaşamışsın. Ne sebeple şimdi bizim dinimize girdin?” diye’sordu. Râhib: “Ey Emîr’ül-mü’minîn, bu kiliseyi, bu taşı kaldıran için yapmışlardır. Biz kitaplarımızda okuyoruz. Âlimlerimizden de duyduk ki, burada bir pınar vardır. Üzerinde bir taş vardır. O taşı Peygamber veya peygamber vârisi kaldırabilir. Senin bu taşı kaldırdığını görünce, arzuma kavuştum ve yıllardır beklediğim şeyi buldum” dedi. Emîr’ül-Mü’minîn bu sözü işitince ağladı. Gözlerinin yaşından sakalı ıslandı. Sonra: “Allahü teâlâ’ya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan değil, kitabında zikr edilenlerden eyledi?” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) namaza durunca âlem altüst olsa haberi olmazdı.
Derler ki: Bir harbde mübârek ayağına ok gelmiş, demir kısmı kemiğe işlemişti. Bu yüzden okun demirini çekemediler. Cerraha gösterdiler. Cerrah: “Sana aklı gideren, bayıltan ilaç vermeli ki ancak o zaman demir çekilir. Yoksa, bunun ağrısına tahammül edilemez” dedi. Emîr’ül-mü’minîn: “Bayıltıcı ilâca ne lüzum var, biraz sabredin, namaz vakti gelsin, namaza durunca çıkarın” buyurdu. Namaz vakti geldi. Hazret-i Ali namaza başladı. Cerrah da Emîr Hazretlerinin mübârek ayağını yarıp demiri çıkardı. Yarayı sardı. Hazret-i Ali, namazını bitirince cerraha: “Demiri çıkardın mı?” buyurdu. Cerrah: “Evet çıkardım,” dedi. Hazret-i Ali: “Hiç farkına varmadım,” buyurdu. İbni Mülcem, Hazret-i Ali’nin bu hâlini bildiği için, namaza giderken şehîd etmeği tercih etmişti.
Allahü teâlâ, Hazret-i Ali için güneşi iki kere batarken geri çevirmiştir. Birisi Resûlullah’ın (aleyhisselâm) zaman-ı şeriflerinde idi. Ümmü Seleme, Esma bint-i Ümeys, Câbir bin Abdullahi’l-Ensârî ve Ebû Saîdi’l-Hudrî (radıyallahü anh) rivâyet ettiler. Peygamber efendimiz, huzûrlarında Hazret-i Ali olduğu halde evlerinde idiler. Cebrâil (aleyhisselâm) vahy getirdi. Resûl-i Ekrem vahyin ağırlığından mübârek başını Hazret-i Ali’nin dizine koydu. Güneş batıncaya kadar kaldıramadı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) namazını oturduğu yerde imâ ile kıldı. Resûl-i Ekrem’i rahatsız etmemek için yerinden kalkmadı. Sultan-ı Kâinat efendimiz vahyin ağırlığından kurtulunca: “Yâ Ali! İkindi namazını kıldın mı?” diye sordular. Hazret-i Ali imâ ile kıldım, dedi. Habîbullah güneşe emir buyurdular. Güneş geriye dönerek dağın üzerinde durdu. Hazret-i Ali namazını kıldı. Güneş tekrar yerine gitti. Esma bint-i Umeys (radıyallahü anh) diyor ki: “Güneş ikinci defa batarken testere sesi gibi bir ses işitildi.”
Resûlullah’tan (aleyhisselâm) sonra Hazret-i Ali Bâbil’e giderken Fırat nehrinden geçmek icab etti. İkindi namazı vakti idi. Beraberindekilerin, bir kısmı ile kendileri ikindi namazını kıldılar. Bir kısmı da hayvanlarını sudan geçirmeğe uğraştı. Güneş battı. Bunlar ikindi namazını kılamadılar. Hazret-i Ali duâ buyurdu. Hak teâlâ güneşi geriye getirdi. Namazını kılmayanlar selâm verinceye kadar güneş kaldı. Sonra korkunç bir ses çıkararak battı. Hazret-i Ali’nin Eshâbı korktular. Tesbih, tehlîl ve istiğfar ettiler.
Birgün Eshâb-ı kiram Resûlullah’dan (aleyhisselâm) Hazret-i Ali’yi çok sevmelerinin sebebini sordular. Server-i âlem: “Varın Ali’yi çağırın!” buyurdular. Eshâb-ı kiramdan birisi Hazret-i Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem, Hazret-i Ali gelmeden Eshâbına: “Ey Eshâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o size karşılık olarak kötülük yapsa ne yaparsınız?”buyurdular. Eshâb-ı kiram: “Yine iyilik ederiz” dediler. Resûl-i Ekrem “O kimse yine size kötülük yaparsa ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kiram: “Tekrar iyilik yaparız,” dediler. Resûl-i -Ekrem: “Tekrar size kötülükte bulunursa, ne yaparsınız?” buyurunca “Eshâb-ı kiram başlarını aşağı indirdiler, bir cevâb veremediler.
Hazret-i Ali geldi. Resûl-i Ekrem, Hazret-i Ali’ye “Yâ Ali! Sen birisine iyilik etsen, o sana kötülük yapsa, sen ne yaparsın!” buyurdular. Hazret-i Ali: “İyilik yaparım” dedi.
Resûl-i Ekrem aynı soruyu yedi kere tekrarladı. Hazret-i Ali hepsinde: “Yine iyilik yaparım,” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek “O kimseye ben iyilik yaptıkça, o bana hep kötülükte bulunsa yine ben ona iyilik yaparım” dedi. Bunun üzerine Eshâb-ı kiram: “Yâ Resûlallah! Hazret-i Ali’yi çok sevmenizin sebebini anladık, bu sevgiye lâyık olduğunu gördük” dediler ve Hazret-i Ali’ye duâ ettiler.
Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîfte: “Fakirlikle öğünürüm” buyurdu. Hazret-i Ali bu hadîs-i şerîfi Habîb-i Ekrem’den (aleyhisselâm) işitince dünyâya hiç kıymet vermedi. Çok fakîr oldu. Meselâ bugün eline bin altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın demez, hepsini fakirlere dağıtırdı.
Resûl-i Ekrem, Hazret-i Ali’ye cömertlerin sultanı mânâsına,“Sultân-ül-Eshıyâ” buyurdular. Bir gün Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma’ya: “Evde yiyecek bir şey var mı, çok acıktım” buyurdu. Hazret-i Fâtıma evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin olduğunu söyleyerek: “Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan, Hüseyin meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın” dedi. Hazret-i Ali altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir Müslümanın yakasına yapışmış, ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim dediğini, yakasını bırakmadığını gördü. Borçlu adam, bana birkaç gün daha müsâade et, diyorsa da yakasına yapışan: “Hayır ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek hâlde değilim” diyordu. Hazret-i Ali bunların çekişmelerini görünce yanlarına vardı: “Münâkaşanız kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçedir” dediler. Hazret-i Ali: (Kendi kendine) “Müslümanı bu sıkıntıdan kurturayım, nasılsa Hazret-i Fâtıma’ya bir cevâb bulurum,” diye düşündü. Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Bir zaman Hazret-i Fâtıma’ya ne söyliyeyim diye düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa Hazret-i Fâtıma kadınların seyyidesi, Resûlullah’ın kızıdır, bir şey demez, diyerek eli boş eve döndü. Hazret-i Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Babalarının meyve getireceğini ümid ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya başladılar. Hazret-i Fâtıma’ya: “Verdiğin altı akçe ile bir müslümanı hapisten kurtardım,” buyurdu. Hazret-i Fâtıma: “Çok iyi yaptın, elhamdülillah, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak teâlâ bize kâfidir,” dedi. Fakat, mübârek hâtır-ı şerifleri biraz mahzûn oldu. Hazret-i Ali üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı. “Bari gidip Resûlullah’ın (aleyhisselâm) mübârek yüzünü göreyim de, bu üzüntüden kurtulayım” diye düşündü. Zira Resûlullah’ın (aleyhisselâm) mübârek yüzüne bakan kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürûr ve safa hâsıl olurdu. Bunun için Hazret-i Ali, Resûlullah’ın (aleyhisselâm) tesiri katı ve çabuk bir ilaç gibi olan mübârek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti. Yolda bir kimse gördü. Elinde besili bir deve vardı. Hazret-i Ali’ye: “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” dedi. Hazret-i Ali “Şimdi param yoktur” dedi. O şahıs: “Sana veresiye veririm” dedi. Hazret-i Ali “Kaça veriyorsun?” buyurdu. O şahıs “Yüz akçeye veririm”, dedi. Hazret-i Ali “Kabûl ettim,” dedi. O şahıs da “Peki ben de kabûl ettim,” dedi. Deveyi, Hazret-i Ali’ye teslim etti. Hazret-i Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama rastladı. Hazret-i Ali’ye: “Bu deveyi bana satar mısın?” dedi. Hazret-i Ali “Evet satarım” buyurdu. O kimse: “Üçyüz akçeye bana verir misin?” dedi. Hazret-i Ali: “Olur veririm,” dedi.
Deveyi o şahsa sattı. Üçyüz akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fatimat-üz-Zehrâ (radıyallahü anhâ) Hazret-i Ali’den bu yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hazret-i Ali mes’eleyi anlattı. Yemeklerini yiyip Allahü teâlâ’ya hamd ü sena ettikten sonra Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma’ya: “Ben, Resûl-i Ekrem’in sohbetine gidiyorum” diyerek evden çıktı. Yolda Resûl-i Ekrem’e, yanında Eshâb-ı kiram oldukları hâlde, rastladı. Meğer Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm), Hazret-i Ali ve Fâtıma’yı görmeğe geliyorlardı.
Resûlullah (aleyhisselâm) “Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?” buyurdu. Hazret-i Ali “Allah ve Resûlü bilir,” dedi. Resûl-i Ekrem: “Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrâil aleyhisselâm, satın alan da, İsrâfil aleyhisselâm idi. Deve de Cennet develerinden idi” O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak teâlâ dünyâda bire elli hasene (sevâb)verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez” buyurdu.
Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü anh ve kerremallahü vecheh”, (Tasavvufda, insanlara vilâyet yolunun feyzlerinin ulaşmasına vâsıta olan) oniki imâmın birincisidir. Peygamber efendimizin nesebinden olup, ilim, takva, ahlâk, şecaat, soy bakımından zamanındaki insanların en üstünlerinden olan, yüksek şahsiyet sahibi on iki mübarek zâttır. Her biri büyük âlim ve evliya olan bu on iki kişinin birincisi hazret-i Ali’dir. Diğerleri de hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma’nın neslinden gelmiş olup; hazret-i Hasen, hazret-i Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bakır, Câferi Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rızâ, Muhammed Cevâd Takî, Ali Nakî, Hasen Askerî Zekî ve Muhammed Mehdrdir (rahmetullahi aleyhim). Bunların hepsine birden on iki imâm mânâsına gelen Arabça, Eimme-i isnâ Aşere de denir, İmâm, lügatte önder, lider demektir, ilimde önde olana imâm dendiği gibi, namaz kıldıranlara da cemâatin önünde bulunmasından dolayı imâm denmiştir.
Resûlullah efendimizin üç türlü vazîfesi vardı: Birincisi; ahkâm-ı fıkhiyye’yi, yâni yapılması emir veya yasak edilen işleri bütün insanlara tebliğ etmek, bildirmek idi. İkinci vazîfesi; Kur’ân-ı azîmüşşânın ahkâm-ı mâneviyyesini, yâni Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına ait marifetleri (yüksek bilgileri), yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine akıtmaktır. Üçüncü vazifesi; ahkâm-ı fıkhiyye’yi, vâz ile, nasihat ile yapmayan müslümanlara, kuvvet kullanarak, zor ile yaptırmaktır.
Resûlullah efendimizden sonra dört halîfeden her biri bu üç vazîfeyi tam olarak yerine getirdi. Hazret-i Hasen’in imameti zamanında, fitneler, bid’atler çoğaldı. İslâmiyet üç kıt’aya yayıldı. Resûlullah efendimizin nuru ver yüzünden uzaklaştı. Sahâbe-i kiram (radıyallahü anhüm) azaldı. Bu üç vazîfeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazife, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Usûl ve fürû ahkâmını, tebliğ vazîfesi, yâni îmân ve ahkâm-ı fıkhiyye’yi bildirmek vazîfesi, din imamlarına, yâni müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden îmânı bildirenlere mütekellimîn, fıkhı bildirenlere fukahâ denildi. İkinci vazîfe, yâni dileyen müslümanları Kur’ân-ı kerîm’in manevî hükümlerine kavuşturmak, Ehl-i beytin on iki imamına ve tasavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdadî ve Sırrî-yi Sekatî hazretleri bunlardandır. Ehl-i Sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizin bu ikinci vazîfesini on iki imâmdan öğrenerek, tasavvuf ilmini meydana getirdiler.
Ehl-i beyti seven ve on iki imâmın yolunda olanlar Ehl-i sünnettir. İslâm âlimi olabilmek için, Resûlullah’ın bu iki vazifesinde, kendisinin vârisi olmak lâzımdır. Yâni, bu ilimlerin ikisinde de mütehassıs, uzman olmak gereklidir.
Üçüncü vazife, yâni ahkâm-ı dîniyyeyi kuvvet, satvet ve saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara, yâni hükümetlere verildi. Birinci sınıfın kısımlarına mezheb, ikincisinin kısımlarına tarikat, üçüncüsüne de kânun denildi, îmânı bildiren mezheblere îtikâdda mezheb denir, îtikâd mezheplerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, ötekilerinin bozuk olacağını, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber vermişti, öyle de oldu. Doğru yolda olduğu müjdelenen fırkaya Fırka-i nâciye veya Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi denir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya Bid’at fırkaları denir. Bunların hiç biri kâfir değildir.
Tasavvufta ikinci yol olan vilâyet yolu, on iki imâm vâsıtası ile insanlara ulaşmıştır. Kutuplar, evtâd, büdelâ, nücebâ ve bütün evliya hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Peygamberimizden gelen feyzler, marifetler ve zikr-i cehrî, bu on iki imâm vasıtasıyla gelmiştir.
Ehl-i sünnet olanlar, on iki imâmı sevme konusunda çok hassas davranmışlar ve gereken hürmeti göstermişlerdir. Çocuklarına on iki imâmın isimlerini koymayı da, kendileri ve çocukları için bir şeref bilmişlerdir.
Doğru yoldan ayrılanlar, on iki imâmı sevme adı altında, on iki imâma iftira edip, haklarında kötü sözler sarfetmektedirler. Doğru yoldaki islâm âlimleri hiç bir devirde, hiç bir zaman on iki imâm hakkında iftirada bulunmamışlar, bilakis on iki imâmın sevgisini son nefeste îmân ile gitmek için şart görmüşlerdir. On iki imâmda, Resûlullah efendimizin zerreleri vardır. Bunlara kıymet vermek, saygı göstermek her müslümanın vazîfesidir.
On iki imâm sevgisi, edebiyat alanında da etkisini göstermiş ve onların sevgisini terennüm eden binlerce şiir ve medhiye yazılmıştır. Bu arada, on iki imâm sevgisini istismar ederek müslümanları birbirine düşürmek isteyen bazı bölücü kimseler, on iki imâm hakkında gerçek dışı yazılarla müslümanlar arasına fitne sokmak istediler. Bâzı câhil kimseler de bu şiir ve uydurma hikâyeleri okuyup dinliyerek ağlamayı ve din büyüklerini kötülemeyi ibâdet sandılar. Hakîkî din âlimleri; yazıları, vâz ve nasîhatları ile bu konuda da insanlara doğru yolu gösterdiler.
On iki imâm diye anılan mübarek insanlar, sırasıyla şu zâtlardır:
1- Ali bin Ebî Tâlib: Resûlullah’ın amcası Ebû Tâlib’in oğlu ve sevgili Peygamberimizin damadıdır. İslâm halîfelerinin ve Cennet ile müjdelenen on kişinin dördüncüsüdür. Hicretten 23 sene evvel Mekke’de doğdu 661 (H. 40) senesinde İbn-i Mülcem tarafından şehîd edildi.
2- Hasen bin Ali: Resûlullah’ın kızı hazret-i Fâtıma’nın oğludur. Hicretin açüncü yılı Medine’de doğdu. 669 (H. 49)’da Medîne’de vefat etti. Yüzü, Resûlullah’ın yüzüne çok benzerdi. Babası hazret-i Ali’nin vefatı üzerine halîfe oldu ise de, yedi ay sonra hilâfeti hazret-i Muâviye’ye bıraktı. Soyundan gelenlere Şerîf denir (Bkz. Hasen bin Ali).
3- Hüseyn bin Ali: Resûlullah’ın torunu ve hazret-i Ali’nin, hazret-i Fâtıma’dan olan ikinci oğludur. Bunun soyundan gelenlere Seyyid denir. Hicretin dördüncü senesi (m. 626)’da doğdu. 681 (H. 61) senesinde Kerbelâ’da şehîd oldu (Bkz. Hüseyn bin Ali).
4- Zeynel’âbidîn bin Hüseyn: Hazret-i Hüseyn’in oğlu Muhammed Bâkır’ın babasıdır. Hicrî 46 senesinde doğdu. 713 (H. 94)’de Medîne valisi Osman bin Hayyân tarafından zehirletilerek şehîd edildi (Bkz. Zeynel’âbidın bin Hüseyn).
5- Muhammed Bakır: Zeynel’âbidîn’in oğlu, Ca’fer-i Sâdık’ın babasıdır. 676 (H. 57) senesinde Medîne’de doğdu. 732 (H. 113) senesinde vefat etti. Medîne’de Bakî’de, babasının yanındadır (Bkz. Muhammed Bakır).
6- Ca’fer-i Sâdık: Muhammed Bakır’ın oğlu ve Mûsâ Kâzım’ın babasıdır. 702 (H. 83)’de Medîne’de doğdu. 765 (H. 148)’de Medîne’de vefat etti. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve kimyager Câbir, bunun talebesi idiler (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).
7- Mûsâ Kâzım: Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ’nın babasıdır. 745 (H. 129)’da Medîne’de doğdu ve 796 (H. 180)’de Bağdâd’da vefat etti. Kâzımiyye’dedir (Bkz. Mûsâ Kâzım).
8- Ali Rızâ: Mûsâ Kâzım’ın oğlu ve Muhammed Cevâd Takî’nin babasıdır. 770 (H. 153)’de Medîne’de doğdu ve 818 (H. 203)’de Tûs yâni Meşhed’de vefat etti: Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, İmâm Ali Rızâ’nın sohbeti ile şereflenip kemâle geldi (Bkz. Ali Rızâ).
9- Muhammed Cevâd Takî: Ali Rızâ’nın oğlu, Ali Nakî’nin babasıdır. Lakabı Hâdî’dir: 810 (H. 195) yılında Medîne’de doğdu ve 835 (H. 220) senesinde Bağdâd’da vefat etti (Bkz. Muhammed Cevâd Takî).
10- Ali Nakî: İmâm-ı Muhammed Cevât Takî’nin oğlu ve Hasen bin Askerî Zekî’nin babasıdır. Lakabı Hâdî’dir. 819 (H. 204)’de Medîne’de doğdu. 868 (H. 254) yılı Bağdâd”ın Samarra nahiyesinde vefat etti (Bkz. Ali Nakî).
11- Hasen bin Ali Askerî Zekî: Ali Nakî’nin oğlu, Muhammed Mehdî’nin babasıdır. 846 (H. 232)’de Medîne’de doğdu, 875 (H. 261) senesinde vefat etti (Bkz. Hasen bin Ali Askerî).
12- Muhammed Mehdî: Hasen bin Askerî Zekî’nin oğlu olup, Samarra’da vefat etti (Bkz. Muhammed Mehdî).
İnsanı, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir: Birisi Nübüvvet yolu olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kiramın hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pek az zevat da, bu yoldan ermiştir. Bu yolda sebebe, vâsıtaya lüzum yoktur. Bir kâmil ve mükemmilin sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp, ilerlerler. İkinci yol. Vilâyet yolu’dur. Kutublar, evtâd, nücebâ, büdelâ ve bütün evliya bu yoldan vâsıl olmuştur. Bu yola, Sülük yolu da denir. Bu yolda, vâsıta, aracı lâzımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullah efendimizdir.
Hazret-i Ali’ye minberde iken, en karışık ferâiz bilgilerini sorarlardı. Kâğıda, kaleme lüzum kalmadan, hepsini zihinden çözer ve cevâbını hemen verirdi.
Hazret-i Ali’nin hikmetli ve ibretlerle dolu sözleri çoktur. Bunlar birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmâm Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Kalblere tesir eden kıymetli sözlerinden bazıları şunlardır; buyurdu ki:
Bir kimse hazret-i Ali’den kaderi sordukda; “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!” buyurdu. Tekrar sorunca; “Derin bir denizdir” buyurdu. Tekrar sordu. Bu defa; “Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı” buyurdu.
“Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız.”
“Dünya bir cifedir, leştir. Ondan birşey isteyen köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.”
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni yalnız mü’min sever ve bana yalnız münâfık buğz eder.”
“İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp, hesapsız Cennete girmesinden daha hayırlıdır.”
“Kul ümidini yalnız Rabbine bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır.”
“İnsanlar arasında, Allah’ı en iyi bilen, onu çok sevendir, tam ta’zîm, edendir.”
“Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin hevasına uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alı kor. İkincisi ise âhireti unutturur.”
“Takvâ, hataya devamı bırakmak, aldanmamaktır.”
“Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olanıdır.”
“İlimsiz yapılan ibâdette, anlayış vermiyen ilimde, tefekküre götürmiyen Kur’ân-ı kerîm okumakta hayır yoktur.”
“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”
“Müslümanların hayırlısı, müslümanlara yardım eden ve faydalı olandır.”
“İyilik bilmez birisi de olsa, sen iyilik yap! Zira o, mukabilinde teşekkür edene yapılan iyilikten mîzânda daha ağır basar.”
“Arkadaşlarımdan bir grup toplayıp kendilerine bir ziyâfet vermem, benim için bir köle azad etmekten daha sevimlidir.”
“Kendinize Allah yolunda kardeşler edininiz. Çünkü onlar dünya için de, ahiret için de lâzımdır. Cehennem ehlinin “Artık bizim için, ne şefaatçiler, ne de candan bir dost yok.” (Şuarâ, 100-101) sözlerini işitmiyor musunuz? Hadîs-i şerîfte de şöyle gelmiştir: “Bir kul, Allah yolunda yeni bir kardeş edindi mi, Allahü teâlâ da Cennette onun için bir derece ihdas eder.”
“İleride öyle zamanlar gelecek ki, kıtal ve zulümsüz hükümdârlık etmeğe yol bulunmayacak; çılgınlık ve cimrilik etmeden zengin olmak mümkün olmayacak; kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla sohbet etmek mümkün olmayacak. Bu zamana kim yetişecek olur da sohbet ve metanet gösterir ve kendisini korursa, Allahü teâlâ ona elli sıddîk sevâbı verir.”
“Ahîr zamanda bir mü’min, halk arasında adını unutturmadıkça rahat edemeyecektir.”
“Sizin hayırlılarınız, günahına gerçekten çok tövbe edenlerdir.”
“Her kim kötüyü yasaklar, fâsıka kızar ve Allah’ın yasaklarının hududu çiğnendiği zaman öfkelenirse, Allahü teâlâ da o kulunun lehine öfkelenir.”
“Öyle zamanlar gelecek ki münkeri inkâr edenlerin sayısı insanların onda birinden az olacaktır. Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.”
“Her fenâlıktan uzak kalmanın yolu, dili tutmaktır.”
“Hayra niyet edince acele et ki, nefsin seni yenip de caydırmasın.”
“Dünya hayatı kimseye bâki değildir. Şiddeti de ni’meti de geçicidir.”
“İki şey aklı ve tedbiri bozar. Biri acele etmek, biri de olmayacak şeyi istemek.”
“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz.”
“Danışmadan (istişâre etmeden) doğruya ulaşılamaz.”
“Tembellik insanı vaktinden önce yıpratır.”
“Öksüzü ağlatmak zulümdür.”
“Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Emânete hıyânet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir.
“Akıllı kimse, günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.
“İlim; güzel bir mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir.
Adâlet; îmânın başıdır, ihsânın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir.
“Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.
“Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti yeridir.
“Akıllı; şehvetten uzaklaşan, âhıreti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhıretinin ıslâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker.
“Câhil; dayakla uslanmaz, nasîhatlerden payını almaz.
“İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; rûhu ihyâ eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehâleti öldürür.
“Zulüm; ayakların kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helâkine sebep olur.
“Gerçek mü'minin sevgisi, kızması, bir şeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.
“Kâmil mü'min gizli şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar.
“Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır.
“Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.
“İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakîrdir.
“Doğruluk, İslâmın direği, îmânın desteğidir.
“Allahın azâbından korkmak, müttekîlerin, takvâ sahiplerinin nişânıdır.
“Dînin esâsı, emâneti yerine vermek, sözünde durmaktır.
“Hased eden dâimâ hastadır, cimri insan, dâimâ fakîrdir.
“Başa kakan, nefret ateşini körükler.
“Kanâatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.
“Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene vermektir.
“Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.
“Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.
“Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.
“Îmân ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür.
“Îmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.
“Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.
“Ahmaklık, dermânı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.
“Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.
“Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.
“Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.
“Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.
“İhtiras, gâfillerin kalbinde şeytanların sultânıdır.
“Hasedcilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını ister.
“İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.
“Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.
“Mal, harcandığı kadar sâhibine ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihânet eder.
“Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez.
“Mal ve çocuklar, dünya hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür.
“Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.
“Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka bir şey kazandırmaz.
“İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.
“Yalancı, sözünde suçludur, isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.
“İstişâre, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.
“Dünya mü'minin hapishânesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.
“Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.
“Allaha tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.
“Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.
“Takvâ, dîni ıslâh, nefsi muhâfaza eder ve mürüvveti süsler.
“Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.
“Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.
“Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.
“Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.
“Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.
“Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur.
“İhtiras, rızkı artırmaz.
“Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir.
“Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara vermeye râzı olur.
“Mal, sâhibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır.
Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça çâresi bulunmaz.
Günâhlar birer dert olup, devâsı istiğfârdır.
Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.
Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.
Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder.
Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.
Cömertlik ve cesâret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsân eder.
Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir.
Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.
Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.
İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.
Kendi nefsinden râzı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu şaşırmıştır.
Gerçek dost, ayıbını görüp nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercîh edendir.
Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.
Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır.
İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.
Fazîlet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.
İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.
Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.
Adâlet, halkın dirliği ve düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir.
Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
İyilikle emretmek, insanların en fazîletli amelleridir.
İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır.
Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, harâmlara karşı sabırdır.
Harâmlardan çekinmek, akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır.
Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.
Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.
Ârifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.
Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır.
Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir.
Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.
Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.
Akıl, mü'minin dostu; ilim, vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.
Îmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.
Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.
Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.
Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı Cehennem azâbından korur.
Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır.
Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid kulağı ile dinler.
Fazîlet, gücü yettiğinde affetmektir.
Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.
Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.
Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.
Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.
------------------------------
1) Üsûd-ül-gâbe, IV, 91;
2) El-İsâbe, II, 506;
3) Târih-i Bağdâd, I, 133;
4) Tarîh-ül-hülefâ, 166;
5) Tezkiret-ül-Huffâz, I, 10;
6) Hulâsatü Tezhib-il-Kemâl, 232;
7) Şecerât-üz-Zeheb, I, 49;
8) Tabakât-ü İbnisa’d, III, 11;
9) Tabakât-ül-Kurrâ Libnü’l-Cezerî, I, 546;
10) Tabakât-üş-Şirâzî, 41;
11) Tabakât-ül-Kurrâ li’z-Zeheb, I, 30;
12) El-İber, I, 16;
13) En-nücûm-üz-zâhire, I, 119;
14) Tabakât-ül-huffâz, I, 5;
15) Ravzât-üs-safa, II, 135;
16) Hilyet-ül-evliyâ, I, 67;
17) El-İstiâb, III, 26;
18) Miftâh-un-necât, 48;
19) İzâlet-ül-hafâ, I, 254;
20) Savâik-ul-Muhrikâ, 115;
21) Tam İlmihâl, Se’âdet-i Ebediyye, 1075;
22) Eshâb-ı Kirâm, 21-22, 29, 79, 175, 177, 241, 310-311;
24) Hak Sözün Vesikaları, 217, 220;
25) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, I, 103-113;
26) Yeni Rehber Ansiklopedisi, , ;
27) İslâm Tarihi Ansiklopedisi, II, 134-146;
28) İslâm Tarihi Ansiklopedisi, VIII, 150-152;
[1] Aile fertlerinin Medîne’ye gelişi Hicretten sonradır. Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurdu ki: “Ben, annem Ümmü Rûmân ve Resûlullah’ın kerîmelerinden Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ ve Ümmü Gülsüm, hâtunu Sevde ile Ümmü Eymen ve Üsâme, hep birlikte yola çıktık. Kudeyd mevkiine vardığımızda, Zeyd, 500 dirhemle üç deve daha satın aldı. Kafileye Talha bin Ubeydullah da katıldı.” [SP-ra, 178] Hazret-i Peygamber’in hicretten sonra Zeyd bin Hârise ile Ebû Râfi’i görevlendirip Mekke’den Medine’ye getirttiği ailesi ve yakınları arasında Üsâme ve annesi Ümmü Eymen de vardı. [dia, XLII, 361-363]
Telif Hakkı 2024 My Beloved Prophet.